İstanbul’un üç büyüğünün Avrupa sınavlarından, maalesef yine hayâl kırıklığı yaratan sonuçlarla döndüğü bir geceyi daha geride bıraktık.
Galatasaray ve Fenerbahçe’nin sekiz maç sonunda elde ettikleri puanlar, onları yalnızca play-off etabına taşıyabildi. Galatasaray, Hollanda’da Ajax’a 2-1 yenilerek doğrudan son 16 turuna kalma şansını kaybetti. Fenerbahçe ise Midtjylland deplasmanından 2-2’lik beraberlikle ayrılarak kendisini play-off turuna ancak son sıradan atabildi. Her iki takımın da yolu Avrupa’da devam etse bile, “Bu kadar büyük harcamalar ve devasa maaş bütçesinin karşılığı bu mu olmalıydı?” sorusu cevapsız.
Öte yandan, Beşiktaş’ın durumu daha da içler acısı. Ole Gunnar Solskjaer yönetimindeki ilk maçta Athletic Bilbao’ya karşı alınan spektaküler galibiyet umutları taze tutsa da, Twente deplasmanında maçın hiçbir bölümünde rakibin temposuna karşılık veremeyen siyah-beyazlılar, ilk 24 takım arasında yer alamayarak Avrupa Ligi’ne veda etti.
Önümüze serilen bu tablo ise Türkiye’deki futbol ekosisteminin kronik sorunlarını net bir biçimde ortaya koyuyor ve artık hepimizin bildiği ama çoğu zaman söylemekten kaçındığı ya da görmezden geldiği temel bir noktayı yeniden işaret ediyor: Günü kurtarmak için yapılan hamleler ve “yıldız oyunculara” endekslenmiş transfer politikası, Türkiye futbolunu her geçen gün daha karanlık bir çıkmaz sokağın içinde bırakıyor.
İÇİNDEN BİR TÜRLÜ ÇIKILAMAYAN TRANSFER SARMALI
Türkiye futbolunun en büyük sorunlarından biri, transferin bir araç olmaktan çıkıp amaca dönüşmesi. Kamuoyunda özellikle yaz transfer dönemi geldiğinde kulüplerin hangi yıldızları getireceği üzerine büyük bir heyecan yaşanıyor. Televizyonlarda saatlerce süren transfer programları, sosyal medyada milyonlarca etkileşim getiren transfer duyumları, taraftarlara yönelik manipülatif haberler derken tüm bu süreç, futbolun kendisinin önüne geçiyor.
Son yıllarda artık kış transfer döneminin de Temmuz-Ağustos aylarından farkının kalmadığını görüyoruz. Nitekim Fenerbahçe’nin Milan Skriniar, Diego Carlos ve Anderson Talisca transferlerine, Galatasaray’ın dün itibarıyla Alvaro Morata’yı bitirme noktasına getirerek cevap vermesi, sezonun ikinci yarısında bu iki takım arasındaki yerel rekabeti daha heyecanlı kılacak olabilir.
Fakat tüm bu gösterişli transferlere rağmen üç takımın da Avrupa kupalarında istikrarlı sonuçlar alamaması, bazı şeyleri sorgulamayı gerektiriyor. Belli ki Avrupa’da sadece “yıldız oyuncu” faktörü yetmiyor, oralarda belirli düzeyde bir oyun da gerekiyor ve o düzeye bizim buralarda erişilemiyor.
BEŞİKTAŞ, SOLSKJAER’İ KAYBETMEMELİ
Beşiktaş’ın ekonomik gücüyse Galatasaray ve Fenerbahçe seviyesinde değil. Hiçbir zaman olmadı. Bu gerçekliği reddetmenin ya da bu gerçekliğe hayıflanmanın Beşiktaş’a bir yararı da hiç olmadı. Zararı ise saymakla bitmez.
Beşiktaş her şeyden önce farklı bir kulüp olduğunu, kendine has değerlerinin bulunduğunu ve hâliyle yolunun da yine ancak kendine özgü olabileceğini kabul etmeli. Dahası bu kendine haslık hâli siyah-beyazlıları mutlu da etmeli. Başkası olmak yerine kendisi gibi olmayı sevmeyi bir an önce yeniden öğrenmeli.
Solskjaer’in ilk imza töreninden beri verdiği her demeçte bahsettiği sıkı çalışma, sabır, zaman, planlama, gelişim gibi kavramlar, aslında Beşiktaş’ın kültüründe de olan ama ne yazık ki çok uzun zaman önce kaybettiği değerler. Aslına bakarsak, Norveçli bir adam, geldiği günden bu yana Beşiktaş’a Beşiktaş’ı anlatıyor. Burada önemli olan ise Beşiktaşlıların buna nasıl cevap vereceği.
Beşiktaş yönetiminin “transfer yapılmazsa başarı gelmez” algısını yıkmaya çalışması, kısa vadede taraftarın tepkisini çekebilir. Ama uzun vadede Türkiye ve Avrupa’da yeniden ses getirebilecek bir takım ortaya çıkarma olanağı da tam olarak bu algıyı yıkmaktan geçiyor. Ve tarih, Beşiktaş’ın geçmişte hep akılcı ve gelişime açık seçimlerle başarıya ulaştığını hatırlatıyor.
Ama Beşiktaş’ta da gelecek, tıpkı rakiplerinde olduğu gibi, medya ve taraftarlar eliyle kurulan transfer baskısıyla belirlenmek isteniyor. Oysa yaz transfer döneminin iki gösterişli transferi Ciro Immobile ve Rafa Silva, dün gece Twente karşısında neden varlık gösteremedi ve ikinci yarıyı çıkaramadan sahadan ayrıldılar? Beşiktaş bu iki oyuncuya senelik 6 milyon euro maaş ödüyor. Peki karşılığını alabiliyor mu? Hayır. O hâlde devre arasında ve bir sonraki yaz transfer döneminde arzu edilen yeni büyük transferlerin Beşiktaş’a katkı vereceğine duyulan sonsuz inancın kaynağı nedir? Tüm bunlar sorgulanmadan, Beşiktaş kendisine yeni ve aydınlık bir gelecek nasıl kurabilir?
YIKICI REKABET
Galatasaray ve Fenerbahçe arasındaki ezelî rekabet, sezonlar ilerledikçe giderek yıkıcı bir niteliğe taşındı. Bu yıkıcı rekabet, iki kulübü neredeyse limitsiz harcama sarmalına sokuyor. Bu yarışın, akılla bir bağının kalmadığı aşikâr. Beşiktaş ise bu akıl dışı harcama yarışına katılmaya çalıştığında veya popülist vaatlere yenik düştüğünde, sonuç kendileri adına hem sportif hem de mâli anlamda bir yıkım oluyor.
“Galatasaray ve Fenerbahçe kadar harcayamıyorsak, onları nasıl geçeceğiz?” sorusunun cevabıysa Beşiktaş’ın kendi geçmişinde ziyadesiyle mevcut. Bu başarılı örnekleri, çağın gerçeklerine uyarlamak ise bugünün yöneticilerinin ve profesyonellerinin görevi.
Eğer Beşiktaş; kulüp tarihinden gelen üretim geleneğini yeniden canlandırır, pahalı transferler yerine elindekileri geliştirip yeni yetenekler keşfetmeye yönelirse, önce kaybettiği kimliğini yeniden kazanabilir, ardından yerel rekabetteki konumunu farklılıklarını da ortaya koyarak tekrardan güçlendirebilir ve son olarak bunu uluslararası rekabete taşıyabilir. Ve bu yaklaşımla sadece kendi makus talihini yenmekle kalmaz, aynı zamanda ülke futbolundaki kısır döngüyü de kırabilir.